Üreten İnsandan Yok Eden Yaratığa
1940’lı yıllara kadar Anadolu’nun yoksul köylerinde yanan bir ışık vardı. Bu ışık yalnızca gaz lambalarını değil, Türk ulusunun ruhunu da aydınlatıyordu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, hiçbir dünya devletinin cesaret edemediği bir hamle yapıldı: Köy çocuklarına yalnızca okuma yazma değil, üretme kudreti kazandırıldı. Tarlada çalışan çocuk aynı zamanda marangozdu, keman çalıyor, şiir yazıyor, tiyatro sahnesinde rol alıyordu. Uçak üretiyor, torna kullanıyor, balıkçılık öğreniyordu. Köy Enstitüleri, Türk insanının hem zihnini hem ellerini işlevsel hâle getiren bir insanlık devrimiydi.
Çünkü insan, doğanın bir garabetidir. Aynı anda hem bir hayvandır hem de kendisinin farkında olan tek canlıdır. Bu ikilik yani bir hayvan bedeninde, düşünen bir bilinç taşımak insanda derin bir kopuş ve korku duygusu yaratır. Bu yüzden insan, bir “birlik” arar: ya geriye dönerek hayvani düzeye çekilir ya da ileriye giderek akıl, bilinç ve üretimle yeni bir anlam kurar.
İşte Cumhuriyet’in ilk kuşakları, bu anlamı üretimde bulmuştu. Türk ulusu, yokluktan alın teriyle varlık çıkarıyor; yaratıcı birey olmanın onurunu yaşıyordu. Ancak 1946’dan sonra, planlı ve sistematik biçimde bu üretken ruh bastırıldı. Eğitim geriye çekildi, sanat küçümsendi, akıl şeytanlaştırıldı. Ve bunun yerine, aklı körelten bir dini telkin düzeni topluma yerleştirildi. Din, hikmetin ve ahlaki derinliğin kaynağı olmaktan çıkarılarak; korkunun, itaate zorlamanın ve sorgulamayı bastırmanın aracı hâline getirildi.
Bu dönüşümün bedeli ağır oldu.
Çünkü üretken bir biçimde yaşayamayan, hiçbir şey yaratamayan kişi, yine de pasif bir yaratık gibi kalmak istemez. Kendini zar gibi kupadan atılmış bir varlık gibi hisseder ama bu hâli aşmak ister. Ve aşmanın bir yolu vardır: yaratmak. Ellerimizle yaptığımız en basit şey bile, insan oluşumuzun bir teyididir. Üretmek, farkındalığımızın bir meyvesidir.
Ancak yaratma imkânı elinden alınan kişi, bir başka yolla bu yaratık statüsünü aşmaya çalışır: yok etmek. Hayatı yok etmek de hayatı yaratmak gibi bir tür aşmadır. Ama yaratmak; ilgi, yetenek, sabır ve olanaklar gerektirir. Yok etmekse yalnızca bir tabanca ya da güçlü bir yumruk kadar basittir. Ve bu yıkım anında birey, içinde taşıdığı bastırılmış yaratma arzusunun acısını, hayata karşı bir tür intikama dönüştürür. Yaratamadığı için hayattan aldığı bir intikamdır bu. İşte bu yüzden yıkıcılık, zihinsel patolojinin en derin biçimlerinden biridir.
Bugün Türk ulusunun bir kısmı, işte bu yıkıcı döngüye hapsedilmiştir. Elinden kalem alınmış, düşünme arzusu köreltilmiş, üretme zemini yok edilmiş, yaratma arzusu bastırılmıştır. Yerine ne konmuştur? Körü körüne itaat, zihinsel ataleti kutsayan dogmalar, sistematik cehalet…
Sosyal medyada köpüren öfke, sokaklarda artan şiddet, karşıt fikre tahammülsüzlük, aslında bastırılmış bir üretme gücünün çarpık dışavurumudur. Çünkü insan ya üretir ya da yıkar. Ya kendini gerçekleştirir ya da başkasını yok ederek var olmaya çalışır.
Oysa biz yapabiliyorduk. Uçaklarımızı üretiyor, kendi çivimizi kendimiz dövüyorduk. Anadolu’nun ortasında keman çalan çocuklarımız vardı.
Şimdi sormamız gereken sorular nettir:
- Kim çaldı bu ulusun hayalini?
- Kim söndürdü üretkenliğin ışığını?
- Kim yıktı ellerimizle kurduğumuz o büyük zihinsel inşayı?
- Ve en önemlisi: Neden hâlâ susuyoruz?
Atsız BURUCU
